"Daha önceden
Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı
içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar
bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr Sûresi, 59/9)
Gerek Kuranın anlaşılmasında
gerek Siyerdeki bazı hadiselerin doğru kavranılmasında tarihî bağlamın dikkate
alınmasının önemli bir yeri vardır. Nasıl ki, Esbabün-Nüzulü bilmek ayetlerin
doğru anlaşılmasına katkı sağlıyorsa, nüzûl ortamı dediğimiz, hadiselerin
cereyan ettiği tarihî bağlamın da anlaşılması, meselenin kavranılmasına ciddi
oranda etki etmektedir. Somut bir örnek üzerinden bunu anlamaya çalışırsak
Bakara Sûresinin 189. ayetini örnek olarak verebiliriz. Bu ayette Rabbimiz
buyurur ki: Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları (ayın evrelerini) sorarlar.
De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. İyi
davranış, asla evlere arkalarından gelip
girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kimsenin
davranışıdır. Evlere kapılarından girin, Allahtan korkun, umulur ki kurtuluşa
erersiniz.
Birçok önemli mesajı bizlere
ulaştıran bu ayet, hem nüzûl sebebi, hem de nüzûl ortamı dikkate alınarak
okunursa, ancak doğru bir şekilde anlaşılacak bir ayettir. Nasıl mı? O günlerde
Araplar, kendilerini sosyal statü ve dini yapı açısından ikiye ayırırlardı: Ahmes/Humsve Hil. Ahmese mensup olanlar, kendileri haremin asli sahipleri sayar,
bundan dolayı da bazı ayrıcalıkları olduklarına inanırlardı. Hillîolarak sayılanlar ise, Kureyşin dışında kalanlar, Harem bölgesine dışarıdan
gelenlerdi. Ahmesîler, benimsedikleri inancın bir göstergesi olarak Haccın
menasiklerinde Hillî olanlardan ayrı davranırlardı. Mesela; Ahmesîler, Biz
Harem ehliyiz. Haremden dışarı çıkmayız. Arafatta halk ile vakfe yapmak bizim
kadrimizi düşürüyor! diyerek, Arafata gitmez, sadece Müzdelifede vakfe
yaparlardı. Efendimiz (s.a.s.) bu yanlış âdeti peygamberlik gelmeden önce
yaptığı haclarda bile uygulamamış, son Veda Haccında ise fiili olarak ortadan
kaldırmıştır. Bu konuda Sahâbeden Cübeyr b. Mutim şöyle buyurmuşlardır: Ben
Resûlullahı peygamberlikten önce de, Arafatta vakfe yaparken gördüm. Kureyş
ise Arafatta değil, cem mekânında (Müzdelifede) vakfe yaparlardı. Sadece
Kureyşten, Şeybe b. Rebîa onlar gibi yapmazdı. (Arafatta vakfe yapardı.)
Veda Haccı sırasında bazı
Mekkeliler, Efendimiz (s.a.s.) de Kureyşten olduğu için Müzdelifeden ileriye
gitmeyeceğini zannetmişlerdi. Ama Efendimiz (s.a.s.) Arefe günü sabah erken
saatlerde, Minadan Arafata hareket etmiş ve bu kötü âdeti fiilî
olarak da sonlandırmıştı.
Hillîlerden olanlar hac
menasîklerini bitirip, evlerine döndüklerinde evlerine kapılarından girmek
yerine, dindarlık adına zor olanı tercih ederek, güya takvanın bir nişanesi
olsun diye evlerine bacalardan, arkalardan ya da duvardan açacakları
deliklerden girerlerdi. Böyle yapmakla da Allaha daha yakın olacaklarını, yani
iyilik ettiklerini zannederlerdi. Ama inen ayet, bunun bir dindarlık işareti
olmadığını beyan ediyordu.
Ayetin indiği bu ortamı bilmek ve
o ilk muhatapların durumlarına vâkıf olmak, görüldüğü gibi ayetin
anlaşılmasının en önemli vesilesidir. Yine ilk bakışta, bu ayetin iki farklı
konuyu bir arada zikretmesi de tam olarak anlaşılmamaktadır. Öyle ya, ayın
evreleri ile evlere kapılardan girin emrinin ne alakası olabilir ki? Bu
sorunun cevabı da ayetin nüzûl ortamındadır. Ayette ifade edilen, ayın
evrelerinin ne olduğu sorusunun muhatabı bir peygamberdir. Aslında Yahudiler,
ayetin indirilişinden önce bu soruyu Sahâbeyi zor duruma düşürmek için
sormuşlardı. Sahâbe, bu soruya cevap veremeyince, bunun üzerine de Efendimize
sorulmuştu. Soru soranların amaçları
cevap almak değil, bilgisi olmadığını zannettikleri bir mesele üzerinden
Efendimizi (s.a.s.) mahcup etmek, Peygamber olduğunu iddia ediyor ama bu
sorunun cevabını bilmiyor demek içindi. İşte Rabbimiz, bu amaçla sorular
soran zümreye, bir manada evlere kapılardan değil, bacalardan giren bunu da
dindarlık adına yapanların haline benzetiyor, iki hastalığı bir arada anarak,
tedavi etmek istiyordu.
Görüldüğü gibi bir ayetin
anlaşılmasında nüzûl ortamını bilmenin ciddi bir etkisi vardır. Aynı şekilde
Efendimizin (s.a.s.) hayatı içerisinde geçen binlerce meselenin anlaşılması,
Siyerin sayfaları içerisinde geçen hadiselerin tam olarak kavranması,
olayların neşet ettiği bağlamı iyice anlamaktan geçmektedir.
Bundan dolayı Siyerden hakkı ile
istifade edebilmek için şu üç tarihsel ortamı iyice öğrenmek gerekir:
1- hz.
peygamber öncesi ortam
2- hz.
peygamberin yaşadığı ortam
3- hz.
peygamber sonrası ortam
Hz. Peygamberin (s.a.s.)
dünyasına dair bu ortamları iyice kavradığımız zaman, İslamın nasıl bir
muhatap çevresine söz söylemeye başladığını, aldığı tepki ve karşılıkları, bir
toplumu nereden alıp, nereye ulaştırdığını, nasıl etkilediğini, hangi konularda
zorlandığını, meselelere çözümler getirirken nelere dikkat ettiğini, yirmi üç
yıl gibi kısa bir zaman diliminde nasıl bir İslam cemaati oluşturduğunu,
vefatının ardından yaşanan menfi ve müspet hadiselerin nelere sebep olduğunu ve
daha onlarca meseleyi anlamış olacağız.
Ayrıca bir yönü ile sözün
anlamı, sözün bağlamında saklı olduğu için, bağlamı anlamak, Kuranın ve
Sünnetin beyanlarını doğru anlamamızı da sağlayacaktır. Dikkat edin, bugün
başta Batı dünyası olmak üzere İslamı karalamaya çalışanların ve onların
taraftarlarının malzeme olarak kullandıkları bütün meseleler, nüzûl ortamını
veya Siyer coğrafyasını, kısacası tarihsel bağlamını ihmal ederek anlamaya
çalıştıkları konulardır. Yirmi, yirmi beş maddeyi geçmeyen ve neredeyse 150
yıldır fırsat buldukça sürekli gündeme taşıdıkları bu meseleler, elbette
İslamın o pak çehresine zarar vermeyecektir. Ama cahil ve propagandalardan
etkilenen saf insanların İslamla şereflenmelerine engel olacaktır. Bundan
dolayı bizler, bir savunma refleksi ile onların saldırılarına cevap vermek için
değil, değerlerimizi iyice anlamak, başkalarına da doğru bir şekilde anlatmak
için bu meseleleri iyice öğrenmek zorundayız.
Bugün İslam düşmanlarının saldırı
malzemesi olarak gündeme taşıdıkları belli başlı meseleler şunlardır:
1- Miras paylaşımında erkeğe iki,
kadına bir pay verilmesi
2- İki kadının şahitliğinin, bir
erkeğin şahitliğine denk sayılması
3- Bir erkeğin dört hanıma kadar
evlenebilmesi
4- Kadının sosyal hayattan uzak
tutulması ve erkeğe itaatinin boyutu
5- Cariyelik ve kölelik meselesi
6- Peygamberimizin (s.a.s.) çok
evliliği
7- Peygamberimizin (s.a.s.) küçük
yaştaki hanımlarla evliliği
8- Hırsızın elinin kesilmesi, zina
edenin recm edilmesi gibi cezaların ağır oluşu
9- Mürtedin hükmü
10- İslamın şiddet üzerine bina
edildiği iddiası
Bunlar ve bunlara benzer tüm
meselelerde, ortaya konan iddialar, bu konuları yüzeysel olarak ele almaktan,
Kuranın nüzûl ortamını ve Siyer coğrafyasını, zaman ve mekân olarak dikkate
almadan yapılan değerlendirmelerden oluşmaktadır. Eğer 21. asırdan İslamın
neşet ettiği 6. asra bakılırsa, bugün insanların doğru kabul ettikleri nice
hususların, o dünyada yanlış; o dünyada kabul gören nice meselenin ise bugün
yanlış olduğu görülecektir. Mesela, o gün Hz. Peygambere (s.a.s.) karşı olan
hiçbir muarız, yukarıda söylediğimiz meselelerden dolayı tartışmaya girmiyordu.
Bilakis, o gün için devrim niteliğinde olan bazı adımlardan dolayı Hz.
Peygamberi eleştiriyorlardı. Onlar: Muhammed, kölelerimizle bizi eşit
görüyor. Kadınları yüceltiyor. Sınırsız olan evlilik sayısını dört ile
sınırlıyor. Mirastan payı olmayan anne, eş ve kız çocuklarına mirastan pay
veriyor... gibi hususlarda Efendimizi tenkit ediyorlardı.
Burada şu hususunda altını çizelim
ki, biz bazılarının İslamı karalamak için söyledikleri iddialarının hiçbirini
ciddiye almıyor, Kuranın ve Efendimizin dile getirdikleri her meselenin
evrensel nitelikte ve mutlak doğru olduğuna iman ediyoruz. Ama İslamı
dışarıdan biriymiş gibi okuyan, ya da modern hayatın baskılarından dolayı bazı
meselelerde kendini savunmacı durumuna düşüren biri, o gün söylenen bazı
hükümlerin belli hikmet ve illetlere bağlı olduğunu, dolayısıyla illetlerin
değişmesi ile hükümlerin de değişebileceğini iddia edebilir. Böyle okuyan
birine söylenecek sözümüz yok. Ancak İslamı mahkûm etmeye çalışan Batı
zihniyetine söylenecek bir sözümüz var. Onlara deriz ki: İslamı Miladi 6.
asırda ortaya koyduğu bazı hükümlerden dolayı yargılıyorsunuz. Peki, siz 6.
asrı ne kadar tanıyorsunuz? İnsanlık o gün hangi noktada idi? İslam, o ilk
muhataplarını nereden alıp nereye getirdi? Aynı zaman diliminde dünya
coğrafyalarının üzerinde yaşayan Roma, Sasani, Mısır, Yemen, Hindistan ve
Çinde durum nasıldı?
Göreceksiniz, hiçbiri bu sorulara
doğru-dürüst cevap veremeyecektir. Çünkü özellikle Batı medeniyetinin temelleri
sayılan Romanın, Miladi 6. asırdan 8. asıra kadar olan bölümü yok gibidir. İki
asır onların tarihlerinde yaşanmamış bir haldedir. İslam karşısında aciz kalan
bu sözde medeniyetler, içerisinde bulundukları acziyetlerini tarihlerini
gizleyerek örtmeye, kendi içine düştükleri hali kimseler fark etmesin diye de
İslama saldırarak işi gölgelemeye çalışmışlardır. Ama İslamın hiçbir zaman
böyle bir derdi yoktur, olmamıştır da
İslamın açıklanınca mahcup olacağı
hiçbir meselesi, söylenenince utanacağı hiçbir hadisesi yoktur. Hal böyle
olunca bizim değerlerimizi daha iyi öğrenmek, daha doğru kavramak
zorunluluğumuz vardır.
Bu zorunluluğun önemli bir ayağı
olarak Kuranın nüzûl ortamını ve Siyer coğrafyasını tanımak ve özellikle bu
üç ortamın öğrenilmesi gerektiğini belirtmiştik. Şimdi bu üç ortamda neleri
öğrenmeliyiz sorusuna cevaplar verelim.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Öncesi
Ortam
Bu ortama Cahiliye dönemi deniyor.
Bu dönem, İslam öncesi dönem olduğu için insanlar, Allahın kendilerine
yükledikleri vazifenin ötesinde başka bir hal üzere yaşıyorlardı. Şirk hayatın
tamamını kaplamış, haksızlılar, zulümler, haddi aşmalar sınır tanımaz bir
boyuta ulaşmıştı. Bu Cahiliye hayatını tanımak, İslamın değer ve kıymetini
daha doğru bir şekilde takdir etmeyi gerektirecektir. Hz. Ömere nispet edilen
bir sözde dendiği gibi: Cahiliyeyi tanımayan, İslamı tam anlamı ile
anlayamaz! Böyle olduğu için bizim İslam öncesi ortamı her boyutu ile
öğrenmek, Hz. Peygamberin, peygamberlik öncesi yaşadığı ortamı kavramak
zorundayız. Bu ortama dair şu hususlar iyice öğrenilmelidir:
1- Coğrafi konumu
2- İklim şartları
3- Tarihsel birikimi ve bunun
önemi
4- Sosyal, kültürel ve dini yapısı
5- Kullanılan dil ve bu dilin seçilme
nedenleri
Siyer coğrafyasının bu
hususiyetleri iyice öğrenildiği zaman, nübüvvet ve risalet mesajlarının nasıl
bir ortamda neşet ettiği anlaşılacak, bağlam kavrandığı için de bugün anlamakta
zorlandığımız nice mesele daha iyi anlaşılacaktır.
Hz. Peygamberin (s.a.s.) Yaşadığı
Ortam
Efendimizin (s.a.s.) doğumundan
başlayarak Peygamber olacağı zamana kadarki kırk yıllık süreç iyice
anlaşıldıktan sonra, yirmi üç yıllık peygamberlik süreci yaşadığı ortam ile
beraber anlaşılmalıdır. Özellikle Efendimizin (s.a.s.) on üç yıl Mekkede
kendi kavmi ile olan münasebetleri, onların kültürel birikimlerine karşı
tutumu, hâkim düşünce olarak şirk meselesi ile mücadelesi, ilk yıllarda
Hristiyanların bulunduğu bir belde olan Habeşistana gönderilen Müslümanların
oradaki durumları, Medineye hicret ettikten sonra müşrik Araplarla olan
ilişkiler ve bölgenin diğer sakinleri olan Yahudilerle kurulan bağlar ve ortaya
çıkan ilişkiler iyice gözden geçirilmelidir. Hz. Peygamberin (s.a.s.) Hicretin
6. yılından sonra civar beldelere gönderdiği davet mektupları, muhataplarına
göre yazılan mesajlar, İslamın gücü bölgede yayıldıktan sonra ortaya çıkan
yeni bir zümre olarak münafıklarla olan münasebetler, Efendimizin yaşadığı
ortamın anlaşılmasında önemli hususlardır. Tüm bunlarla, Hz. Peygamberin nasıl
bir dil/uslûb kullanarak mücadele ettiği, yirmi üç yılın sonunda ilk halife
olan Hz. Ebû Bekire nasıl bir devlet emanet ettiği her boyutu ile gözler önüne
serilmelidir ki, mesele daha iyi anlaşılmış olsun ve özellikle bizim dünyamıza
verdiği mesajlar gün yüzüne çıkarılmış olsun.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Sonrası
Ortam
Yirmi üç yılın sonunda o
coğrafyanın geldiği nokta iyice tespit edilmelidir. Hz. Ebû Bekirin hilafeti
ile başlayan o yeni sürece, tepkiler, irtidat hareketleri, İslam
coğrafyasındaki hareketlilik iyice analiz edilmelidir. Özellikle Hz. Ebû
Bekirin tüm bunlarla nasıl mücadele verdiği, iki buçuk yıl gibi kısa bir zaman
diliminde ortaya çıkan onlarca meseleyi nasıl çözdüğü, kendinden sonraki Halife
olan Hz. Ömere nasıl bir yönetim miras bıraktığı iyice anlaşılmalıdır. Hz.
Ömerin on buçuk yıl sürecek olan hilafet süreci de aynı şekilde ele
alınmalıdır. Onun fetih anlayışı, adalet meselesinde cihana bıraktığı derin iz,
sadece dostları değil, dost-düşman herkesi kendisine hayran bırakan idare
sistemi iyice öğrenilmelidir. Üçüncü halife olan Hz. Osmanın on iki yıl
sürecek hilafet süreci de her boyutu ile incelenmelidir. Ortaya çıkan
sıkıntıların kaynağı iyice tespit edilmeli, Hz. Osmanın şehadeti ile
neticelenen o elim hadiseler ibret nazarı ile okunmalıdır. Gizlemenin,
kimselere fayda vermeyeceği bilinci ile birilerini yüceltme veyahut alçaltma
adına değil, anlama ve ders çıkartma adına okunmalıdır. Hilafet sürecinin son
halkası olan Hz. Ali ve Hz. Hasan da aynı şekilde okunmalı, bir kardeş kavgası
olan Cemel bu nazar ile incelenmeli, hilafetin saltanata karşı bir mücadelesi
olan Sıffın iyice tetkik edilmeli, cehaletin insanı nerelere vardıracağı
konusunda acı bir örnek olan Haricilerle mücadele gözden geçirilmeli, Hz.
Hasanın hakkı olmasına rağmen ümmetin birliği ve vahdeti adına hilafetten
feragati iyice kavranılmalıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) sonrası
ortamın birde şu boyutunu irdelemek zorundayız: Dinin intikal ve muhafazasında
kilit bir rol üstlenen Sahâbe neslinin, Hz. Peygamberden sonra İslamın
sonraki nesillere aktarılması konusundaki hassasiyetleri ve çabaları iyice
anlaşılmalıdır. Bir hadisi doğrulatma adına ortaya koydukları çabaları, bir
meselenin doğru anlaşılması adına nasıl bir titizlik sergiledikleri, canları
pahasına dini savunma adına neler yaptıkları, atlarının üzerinden inmeyip, bir
ömür insanlara İslamın mesajlarını ulaştırmak için nasıl çırpındıkları iyice
öğrenilmelidir.
Tüm bunların anlaşılması, Hz.
Peygamberin (s.a.s.) cihana bıraktığı mesajların doğru anlaşılmasını
sağlayacaktır. Siyerin coğrafyasını bu özellikleri ile tanımak, o günün
şartlarının oluşturduğu sosyo-psikolojik alt yapıyı dikkate alarak okumak,
neden, nasıl, niçin, ne zaman, nerede? sorularını sorarak cevaplar bulmak,
bugünden hareket ederek o günü değil, o güne giderek o günü okumak, asıl
istifadeyi ortaya çıkaracak, bu da hem meselelerin doğru anlaşılmasını, hem de
şu an karşılaşılan sorunların çözümüne vesile olacaktır.
O halde şu mesajları
unutmamalısın:
Siyer coğrafyasını her yönü ile öğren ki, İslamın neşet ettiği o
ortamı iyice tanıyabilesin, meseleleri doğru bir temel üzerine kurabilesin.
Cahiliye dönemini her yönü ile öğren ki, İslamın değer ve kıymetini
iyice anlayabilesin, bir toplumun nereden nereye geldiğini daha iyi
kavrayabilesin.
Hz. Peygamberin (s.a.s.) yaşadığı ortamı her yönü ile öğren ki,
muhataplarınla doğru bir usûl ve üslûp üzere iletişimi devam ettirebilesin.
Hz. Peygamberin (s.a.s.)onrasındaki ortamı her yönü ile öğren ki,
İslamın insan değiştirme ve toplumu dönüştürme potansiyelinin gücünü iyice
kavrayabilesin.